Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Hüsameddin Acar

Hüsameddin Acar

Yazar

Bana rahat bir döşek serince yerin altı... -1-

Sevgili okuyucularım bugün sizlere bir meslektaşımızın acıklı öyküsünü anlatmak istiyorum.

AHMET Ertan Anıl, 1970-1990'lı yılların başarılı adliye ve spor foto muhabiriydi. Sanırım 1990'lı yılların ortasında işsiz kaldı. Genç denecek yaştaydı, emekliliğine 3-4 yılı kalmıştı. Haberciliği, muhaberatı, bomba haberleri çok iyiydi. Kalemi etkili, üslubu akıcıydı.

Ancak derler ya; düşmeye gör...

Tercüman Gazetesi Spor Servisi'nde ve zaman zaman da gazetenin istihbarat servisinde çalışıyordu. Hani o efsane Necmi Tanyolaç ustanın GÜNEŞ Gazetesi'nden önce kurduğu en güçlü spor servisi kadrosunda onun da yeri vardı.

Üstünde kot pantolon ve kot yelek, omzunda ağır çantası ile olaylardan olaylara, maçlardan maçlara ve bazen de adliye koridorlarına koşar dururdu. Çıkarıldı Tercüman'dan, uzun süre işsiz kaldı. Mürekkebi yalamıştı bir kez, başka bir iş denedi; ııhh! Olmadı, yapamadı...

Memleketine geri dönmek mi? Şunun şurasında emekliliğine birkaç yıl kalmıştı. Üstelik 20 yıla yakın da gitmemişti Mersin'e; ilişkiler kopmuş gibi bir şeydi.

Önceleri birçok tanıdığın kapısını çalıp utana sıkıla para istedi. Ancak taşıma suyla bir yere kadar. Sonra o kapılar da kapandı bir bir; ümit ışıkları soldu batan güneş misali...

Düştü parklara, sur diplerine...

Ayyaşlar, sarhoşlar, kediler, köpekler yoldaşı oldu uzunca bir süre. Saçı sakalına karıştı, üstü başı toz toprak; basın dünyasından uzaklaşıverdi Ahmet Ertan Anıl...

1998'in bir kış günüydü. Yeni Şafak'ın spor müdürüyüm o yıllarda. Titrek ve kalın sesli bir adam aradı, arada bir de derinden öksürüyordu:

"Sizinle çalışmadık ama eski Tercüman'cı olduğunuzu öğrendim. Görüşebilir miyiz?" diye sordu.

Kabul ettim. Gazetem Yeni Şafak'ın Topkapı'daki binasına davet ettim. Bir geldi ki, şaşa kaldım. Utanmadım desem, yalan olur! Üstü başı kir içinde, saçı sakalı birbirine karışmış, zayıf, gözlerinin feri sönmüş, hastalıklı bir adam... Cebinden kırık dökük bir resim çıkardı: "Ben buydum, belki eski halimden hatırlarsın!" dedi.

Hatırlar gibi oldum... Durumunu özetledi:

"İster inan ister inanma... Ben şu ileride sur dibinde yatıyorum. Karnım aç, üşüyorum, kalacak yerim yok. İşim yok, aşım yok... Velhasıl derdim çok!"

Maaşları yeni almıştık; cebine bir miktar para koydum:

"Önce karnını doyur, sonra güzel bir banyo yap, tıraş ol, üstüne başına bir şeyler al. Yarın seni burada bekliyorum!"

Ertesi gün geldi; biraz daha derli topluydu. Daha detaylı anlattı durumunu.

Gazetenin patronlarından Nuri Albayrak'la konuştum. Önce asgari ücretten bir iş istedim; olmadı. Zaten yılbaşı yakındı; bütün servislerden adam çıkarıyorlardı. Ancak, gazetede öğlen ve akşam yemek yemesini sağladık. Aşçılarla tanıştırdım. Evde fazla giyecek ne varsa, getirdim. Servis arkadaşlarından çeşitli giysiler de takviye geldi. O zamanın TSYD Başkanı Atilla Gökçe'den, Asbaşkan Ahmet Çakır'dan, Gazeteciler Cemiyeti'nden (İdari Müdür Cem Çapanoğlu şahit), nazımın geçtiği birçok kişiden yardım aldım.

Eski gazetecilerin çoğu tanıyordu onu. Güneri Cıvaoğlu şık bir kadife ceket verdi, biraz da nakit. Türkiye Gazeteciler Cemiyeti de birkaç kez para yardımında bulundu. Başka para verenler de olmuştur mutlaka.

Hastanede sağlık kontrolünden geçirdik. Bir yıl daha çalışsa, emekli olacaktı. Ancak bunu başaramadım.

Küçük yollu bir sermaye toplayıp Antalya'ya gönderdim. Çünkü ciğerlerinden dolayı sıcak bölgede yaşaması gerekiyordu. Orada bir tatil beldesinde küçük bir masa kurmuş, turistlere incik boncuk satıyordu. Karnını doyuruyor, para da biriktiriyordu biraz.

Ancak uzun sürmedi bu durum; oranın çetesi dağıtmış masasını, neyi varsa götürmüşler bir gecede.

Telefonla aradı, "Beş parasız kaldım müdürüm. Ne yapayım?" diye sordu.

"Sakın gelme!" dedim, "Burada sana bakmam çok zor, son kez biraz daha para toplayayım, orada bir şeyler yapmaya çalış..."

Sözümü dinledi; gelmedi...

Aradan yaklaşık 10 yıl geçti, bir görüşmemiz olmadı. Sağlık durumu iyi değildi, ciğerleri bitik vaziyetteydi. Doğrusunu isterseniz, "Herhalde ölmüştür" diye düşünmeye başlamıştım.

Kimsesi, arayanı, soranı ve hatta seveni yoktu Ahmet Ertan Anıl'ın...

Tam 10 yıl sonra arkadaşlar bir telefon bağladı bana. Bu defa Fotospor'da çalışıyordum; arayan oydu: Ahmet Ertan Anıl:

"Sen beni öldü sanıyordun ama hâlâ yaşıyorum!" diyordu.

Şaşırdım, biraz da sevindim; sanki düşüncemi okumuştu. Yaklaşık 10 yıl önce, yine İstanbul'da olduğu gibi bu kez de Antalya'nın parklarında yatmaya başlamış. Sokağın başında baygın yatarken, yüzünü sahipsiz bir köpek yalıyor, kucağında da minik bir kedi yavrusu yatıyormuş; öyle bulmuşlar onu.

Valilik el koymuş, kendisini hastaneye kaldırmışlar. Gözlerini açınca da durumunu özetlemiş doktorlara. Muğla Valisi -sağ olsun- çok ilgilenmiş. Borçlandırıp, emekli etmişler. Sonra da Fethiye'deki bir huzur evine yerleştirmişler, ne âlâ...

İşin kısaca özeti bu...

Aslında o uykusuz, o üşüyen, o yıldızlı, o sessiz, o soğuk kaldırım taşlarının yoldaş olduğu geceler... Anlatınca insana bir ürperti geliyor! (Konuya yarın devam edeceğim.

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yazarın Diğer Yazıları