Bugünkü Yazarlar Tüm Yazarlar
Hüsameddin Acar

Hüsameddin Acar

Yazar

Ay ile güneş ezelden İstanbulludur

istanbul.jpg

ÖMRÜMÜN ilk 20 yılı Sakarya’da geçti, son 45 yılı da İstanbul’da. 1976 yılının sonlarına doğru açtım Bab-ı Ali kapısını. Aradan tamı tamına 45 yıl geçti. Nerede ise yarım asır olmuş İstanbul ile tanışmamız.

Ben bu şehre 1976 yılında geldiğimde Türkiye’nin nüfusu 40 milyon 280 bin, İstanbul’un nüfusu ise 2 milyon 600 bin civarındaydı.

Bir başka deyişle, İstanbul’da yaşayan insanların sayısı, Türkiye nüfusunun yaklaşık 15’te biri kadardı.

İlerleyen yıllarda İstanbul öyle bir göç aldı ki, 15 milyonluk İstanbul’u 5.5 ile çarparsanız 83 milyonluk Türkiye nüfusuna ulaşıyorsunuz. Yani 1976’da nüfusun 15’te biri İstanbul’da yaşıyorken, şimdi her 5-6 kişiden biri artık bu şehirde karnını doyuruyor.

Bu düzensiz yapılaşma, aslında İstanbul’a devasa sorunları da beraberinde getirdi. Örneğin, bugünlerde fazlasıyla konuşulan su meselesi… Anadolu’daki ortalama bir şehrin kapladığı alan kadar su tüketiyor İstanbul.

Buna hangi göl, hangi baraj, hangi akarsu dayanır?

Ben gazeteciliğe başlarken 1976’da yalnızca Hürriyet, Milliyet, Tercüman, Cumhuriyet ve Günaydın gazeteleri vardı. Ve bu gazetelere magazin ağırlıklı Kelebek ve Saklambaç gazetelerini de dâhil edince hepi topu 7 gazete ediyordu. Ara sıra Son Havadis ve Tan gazeteleri çıkıyor ve kapanıyordu.

Gazetelerin tiraj toplamı kaçtı biliyor musunuz?

İşte bu gazeteler 40 milyonluk Türkiye’de toplam olarak 4 buçuk milyon satış yapıyordu.

1 MİLYON SATAN GAZETELER GÖRDÜ BU GÖZLER

Mesela Tercüman, Günaydın ve Hürriyet gazetelerinin tirajları ortalama 700-800 bin civarındaydı. Yapılan kampanyalarla bu rakamlar 1 milyonu da aşıyordu bazen.

Bir de 83 milyonluk Türkiye’nin gazete tirajlarına göz atalım:

Şu anda sayıları 40’ı bulan ulusal gazete yayın hayatını sürdürmeye çalışıyor. Ve bu gazetelerin gerçek tirajlarının toplamı 1 milyonun biraz üzerinde seyrediyor.

Aslında aradan geçen 45 yılda nüfusu ikiye katlamışız ancak gazete satışları baş aşağı gitmiş. Oysa orana vurursak 9 milyon civarında olması gerekiyordu.

Nerede bu okurlar, hangi diyarlara gitti, bir bilen var mı?

İstanbul, milyonlarca insana ekmek, aş ve su verdi cömertçe.

Denizinden, güneşinden, ayından, görkeminden cömertçe sunumlarda bulundu.

Açık hava müzesini andıran tarihî eserleri, iki kıtayı birleştiren İstanbul Boğazı ve bu aziz şehrin iki yakasını denizin üzerinden birbirine kavuşturan 3 gerdanlık…

Yetmedi… Marmaray’ı ile İstanbul Tüneli ile iki yakayı da birbirine denizin altından kavuşturdu İstanbul.

Hani “taşı toprağı altın” diye boşuna dememişler.

Zaten bunun için İstanbul göç aldı yıllar yılı. Her gelen bir yakınını, bir komşusunu, bir akrabasını taşıdı peşi sıra. Ve şimdilerin megakenti böyle oluştu.

İyi mi oldu, kötü mü oldu; bu sorunun cevabı da aslında başka bir yazı konusu. Ancak İstanbul öyle bir şehir ki, tıpkı 45 yıl önce Bab-ı Ali’nin mürekkebini tadarken meftun olduğum o hazza şimdi de İstanbul tutkusu eklendi.

Yaklaştım, kucaklaştım, doyamadım…

Uzaklaştım, ayrıldım, nefessiz kaldım…

Trafiği, gürültüsü, keşmekeşi, hayatın giderek zorlaşması, semtlerdeki yaşam kalitesinin düşmesi ve sıradanlaşması ile İstanbul’un güzellikleri artık anılarda mı kaldı ne! Davulun sesinin uzaktan hoş geldiği gibi, İstanbul artık taşıdığı tarihî zenginliği ile ve bağrında taşıdığı değerleri uzaktan da bir başka seviliyor.

Farklı duygular içerisindeyim. Bu aziz şehir için birçok şairimiz şiir yazmış geçmişte. Ben sözü daha fazla uzatmadan sizi o anlamlı dizelerle baş başa bırakayım en iyisi. Şiir, Şairler Sultanı Necip Fazıl Kısakürek’in;

 

CANIM İSTANBUL

Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.

 

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.

Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.

İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...
İstanbul, İstanbul...

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...
Bulutta şaha kalkmış Fatih’ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...


Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?
Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

O manayı bul da bul!
İlle İstanbul’da bul!
İstanbul, İstanbul...

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca’da, yerdedir göklerin derinliği.
Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahzun, resimde eski sefir.


Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...
Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir ‘Katibim’i...

Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.
İstanbul, İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...
Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Adada rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.


Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hâlâ çığlıklar gelir Topkapı Sarayı’ndan.
Ana gibi yar olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sümbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,
İstanbul, İstanbul...

YORUMLAR
YORUM YAZ
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yazarın Diğer Yazıları